1 Temmuz 2012 Pazar

çiftanlamlılık üzerine bir deneme: ciao!


buraya 4 yıl önce, yani 16 yaşındayken yazmaya başlamış(t)ım. ergenliğimi-yaşadığım-dönemler de diyebiliriz kısaca. ilk başlarda sürekli ve sürekli, ağzımdan çıkması muhtemel her şeyi buraya yazıyordum. ama zamanla hem heyecan gitti, hem yoruldum, yazmaya üşenir oldum, hem de anlatacaklarım tükendi. hayır aslında tükenmedi, sadece üşengeçlik.

yine de burası zor zamanlarımı geçirmeme çok yardımı olan bir yer oldu. en yakın arkadaşıma dahi yaşadıklarımın, hissettiklerimin çok büyük kısmını anlatamazken, ifade etmekte zorlanırken buraya yazabiliyordum. en azından herkese anlatabildiğimden daha çoğunu.

ama sanırım benim için "ot, çöp ve diğerleri" dönemi kapandı. şimdi baktım, son yazımın üzerinden neredeyse 7 ay geçmiş. zaten son bir, birbuçuk senedir pek de bir şey yazdığım söylenemez. ferritin seviyemin 2.71 olması tüm bu üşengeçliklerime, "yorgunum"lara tıbbi bir dayanak olsa da bunun sadece fiziksel bir yorgunluk olmaması beni yazmaktan alıkoydu, koyuyor.

daha önce de ifade etmiştim. insanın yazmasını gerektirecek kadar mutsuz olduğu anları oluyor. ama bir step sonrası yazamayacağınız kadar mutsuz olduğunuz anlar. sadece mutsuzluk da değil. çünkü mutsuzluk deyince sanki her gün karanlık bir odaya çekilip saatlerce ağlıyormuşum gibi bir imaj beliriyor; ama değil. yorgunluk işte. yaşamak için gerekli olan enerjiden tümden yoksun olma hali.

benim için amacını tamamladığı için, en mantıklı olan burayı kapatmak, silmek filan. ama yine de 4 yılı bir anda çöpe atamıyorum. bir kenarda öylece dursun istiyorum. ne bileyim 10 yıl sonra ne kadar aptal olduğumu hatırlamak istersem diye. ya da 1 hafta sonra, "yazmam lazım" deyip geri dönersem diye.

ama o zamana kadar,

"olur ya belki görüşemeyiz. iyi günler, iyi akşamlar ve iyi geceler."

19 Aralık 2011 Pazartesi

aforizmalı başlık.


Şu an aklıma iki tırnak arasına alabileceğim bir alıntı gelmiyor; ama mutlaka tarihin bir devrinde birileri düşünmemeye çalıştığın şeyin beynini oymaya çalışırcasına orada yer etmesiyle alakalı bir şeyler söylemiştir. Bundan eminim.

Daha geçen yazımda bilinçaltıma küfrederken olmasını hiç ama hiç istemediğim şeyden, O'ndan hoşlanma ihtimalimden bahsetmiştim. Olmasını istemiyorum çünkü düpedüz korkuyorum, korkuyorum çünkü acı çekmek istemiyorum. "Acı çekmek ruhun fiyakasıdır" gibi beylik laflar etmek istemiyorum çünkü ben. Bir acı çekeceksem de bu acıyı "aşk acısı" adı altında yaşamak istemiyorum. I love realism'in en ateşli savunucusu, rahatsız edici derecede mantık aşığı olan ben gideceğim ve yerine 19 yıldır aşina olmadığım bambaşka biri gelecek. Çok korkunç!

Her ne kadar inkar etsem de bu dünyada en çok güvendiğim ve yanındayken en doğal halimle davranabildiğim Sü. akademik becerilerinin de etkisiyle (evet psikoloji okuyor) bana sonunda O'ndan hoşlandığımı önce kendime sonra da kendine itiraf ettirtmeyi başardı. Ve evet, sanırım ondan hoşlanıyorum; çünkü sürekli onu düşünüyorum. Sürekli onu düşünüyorum; çünkü sürekli onu düşünmemeye çalışıyorum. İronik ama gerçek, ben onu düşünmemeye ve unutmaya çalıştıkça, bu çaba zihnimi daha da bulandırıyor. Olması gerekeni biliyorum. Hiç böyle anlamsız çabalara girmeden olayları akışına bırakmalıyım. Ancak bu şekilde aşabilirim bu durumu; ama bu da pek kolay değil gibi. Beklemek lazım.

12 Aralık 2011 Pazartesi

bilinçaltım üst oldu.


Bilinçaltımı üst eden harika arkadaşlara sahibim. Onlar yüzünden hiç görmemem gereken rüyalar görüyorum ve günüm alt üst oluyor.

*

Bir arkadaş var. Hakikaten arkadaş ama. Başka bir şey değil. Ama ben iflah olmaz bir sapiosexual olduğumdan uzun zamandan beri bu arkadaşa müthiş bir hayranlık besliyorum. Yani o günlerce konuşsun, ağzım açık dinlerim, öyle biri gerçekten. Sadece bilgili, kültürlü vs. olması da değil de, onunla konuşmak da bir ayrı güzel. Neyse işte bu arkadaşa ben baya bildiğin hayranım. Tabii bunu içimde yaşamaya gayret ediyorum o ayrı.

Bu arkadaşla alakalı en büyük korkum ondan hoşlanmak. Yani hayranlığımın hoşlanmaya dönüşmesi. Aslında kendime itiraf etmek istemesem de uzun zaman önce zaten dönüştü; ama ben zihnen, kalben ve miden (evet, mideme ağrılar giriyor çünkü) böyle bir şeyle meşgul olmak istemediğim için, değil herhangi birine bundan bahsetmek, kendi kendime düşünürken bile bunu inkar ediyorum. Çünkü inkar etmek zorundayım. Her ne kadar hayranlık duyduğum bir insan olsa da onla bir ilişki yaşamamız durumu bence tam bir fecaat olur. Yani her ne kadar ona hayran olsam ve bir çok ortak yönümüz bulunsa ve arkadaş olarak çok da güzel muhabbet ediyor ve anlaşıyor olsak da, her şey böyle kalmalı. Fazlası değil. Çünkü bence biz iyi arkadaş, kötü sevgili olurduk. O yüzden hayranlığımı hayranlık olarak tutabilmem şart. Benim bu konudaki en büyük destekçim, sağolsun yine o. Eğer o bana karşı farklı bir davranış tarzı geliştirseydi, yani ne bileyim arkadaşlıktan başka yönlere çekilebilecek imalarda bulunsaydı belki bende de bir duygu derinleşmesi yaşanabilirdi; ancak onun tarafında herhangi bir şey yok. Onun için arkadaştan öte olabileceğimi hissettirecek en ufak bir sinyal bile vermedi şu ana kadar ve bunun için gerçekten minnettarım. Eğer karşılık bulabileceğim hissetseydim, durum ondan hoşlanma ve hatta hatta sevme, aşık olma aşamasına kadar çoktan giderdi; ama o, o kadar nötr ki duygularım hayranlıktan öteye geçemiyor(du).

Ancak son günlerde her şey o kadar üst üste geldi ki. Birbirinden bağımsız arkadaşlarımın -ki az filan da değil tam 5 tanesi, bizim O'nunla ne kadar iyi bir çift olacağımızdan, ne kadar yakışacağımızdan filan bahsettiler (ki bu arkadaşlar ona karşı böyle bir hayranlık beslediğimden filan haberdar da değiller). Gelip gidip birbirimize ne kadar benzediğimizi, ne kadar yakışacağımızı vs. uzun uzun anlattılar. Benim zaten düşünmek bile istemediğim bir mevzuyu defalarca önüme getirdiler. Neden ondan hoşlanmıyormuşum ki, hem çok yakışıklı ve karizmatikmiş hem de çok entelektüel, birbirimizden daha iyisini mi bulacakmışız. Resmen 2 hafta boyunca beynimi yediler. O kadar insan bir şeyler söyleyince insan ister istemez düşünüyor tabii; ama her düşünme bu işin olamayacağı ile noktalanıyordu. O yüzde çok direndim, zihnimden atmaya çalıştım. Ama bu süreçte o arkadaş bana biraz kırıcı olabilecek bir şey yaptı. Söylediğim bir şeyle dalga geçti. Normalde hiç umursamayacağım hatta benle dalga geçenle beraber oturup kahkaha atacağım bir şey. Ama nedense onun böyle yapması farklı bir durum yarattı bende. O an anladım ki, arkadaşlar beynimi çoktan bulandırmışlar bile. Çok tehlikeliydi bu gerçekten. Olayın buraya dönüşmesini hiç istemiyor(d)um çünkü.

Neyse birkaç gün boyunca bizi hiç kimse yakıştırmadı, rahatlamıştım, mutluydum. Ama dün gece fark ettim ki "subconscious never forgives". Rüyamda bir ortak arkadaşımız ikimizin arasını yapmaya çalışıyordu, aslına bakılırsa aslında onun arkadaşı ama ben de az buçuk tanıyorum işte. Neyse işte birbirimiz için ne kadar uygun olduğumuzdan, çok iyi bir çift olacağımızdan filan bahsedip ikna etmeye çalışıyordu. Ben ondan kaçındım bu sefer de bir hoca girdi rüyaya, hangisi olduğunu bile hatırlamıyorum ama o da aynı şeyleri söyleyerek ikna etmeye çalıştı. Arada dünya kadar şey de oldu tabii ama genel olarak böyleydi durum. Ve olaylar baya baya pozitif de ilerliyordu yani. Sonra kalktım ve kendimi berbat hissetmeye başladım. Berbat hissediyordum; çünkü çok güzel bir rüya olduğunu düşünmüştüm, mutlu bir rüya olmuştu benim için. Oysa öyle olmamalıydı. Kabus gibi geçmeliydi o rüya. Kalktığımda "oh neyse ki sadece rüyaymış" denilen türden bir şey olmalıydı. Her aklıma geldiğinde mideme ağrılar girmemeliydi mesela. "Hoşlanmıyorum sadece hayranım" dediğimde kendime inanmaya devam edebilmeliydim mesela.

Bugün öyle ya da böyle saatlerce bir aradaydık. Ve midem çok fenaydı. Öyle olmamalıydı ama. Sadece normal, onunla konuşmaktan zevk alan biri olarak kalmalıydım. Göz göze geldiğimizde -ki iki arkadaşın göz göze gelmesi hakikaten fazlasıyla olağan bir durum- bunun bir önemi olmamalıydı. Arkadaşların söyledikleri bilincimden gitmiş, gitmiş ama bilinçaltıma gitmiş. Şimdi de böyle oldu işte.

Ama ben rüyalara göre hareket edip zihnen, kalben ve miden acı çekemem. Tehlikeli sınırı aşmadan kendimi durdurmalı ve hatta kendimi geri çekmeliyim. Yoksa midem kendi kendini sindirecek. Olmasın öyle. Seviyorum ben midemi.

27 Kasım 2011 Pazar

zaman gerek bana, bekliyorum.

Biz beğenmiyoruz filan ama bence şu dünya üzerindeki en gerçekçi şarkı sözleri İsmail YK tarafından yazılmış. Yok cidden şaka yapmıyorum, dinlediğim tüm o indie müzikler üzerine alınmasın lütfen ama hakikaten şaka yapmıyorum. Ne demiş sevgili YK:
"beni beğeneni ben beğenmem, benim beğendiğim ise beni beğenmez"

Tamam işte. Evrenin düzeni tam olarak da bu şekilde işlemiyor mu Allah aşkına? Olay tam olarak da bu değil mi. Siz birinden hoşlanıyorsunuz ya da gerçek anlamda birini seviyorsunuz, ama o sizin varlığınızın farkında bile değil; öte yandan gerçekten sizi seven insanlar var, ama bu da sizin için en ufak bir anlam bile ifade etmiyor. Çok trajik aslında bu. Ya da her şey takdir-i ilahi/karma (artık hangisine inanıyorsanız) ile alakalı bilemiyorum.Aslına bakılırsa evrenin genel hali çok trajik, bu beni gerçekten üzüyor; ama neyse ki henüz benim durumum o kadar da acıklı değil. Hoşlanma aşamasından ileriye geçemedim ben çok şükür, hatta daha çok hoşlanmadan öte hayranlık diye tabir edebileceğim bir durumdu benimki daha çok. Ama maalesef bir kısmı geçmişte kalmış ve bir kısmı da şu an hali hazırda benden hoşlanmakta olan birkaç kişi var ve hatta sanırım bu durum hoşlanmanın da ötesinde. Ve bu durumun kendimi ne kadar kötü hissetmeme yol açtığını tahmin bile edemezsiniz.

Aslında normal kız davranışı genelde şudur: birisi sizden hoşlanıyorsa eğer (o kişi kim olursa olsun) bu durum sizi memnun eder. Çünkü bu sizi de birilerinin beğenebileceğinin kanıtıdır. Hatta bu kız ya da erkek fark etmez, herkes için geçerlidir. Ama bu karşılıksız hoşlanma/sevme/aşık olma durumları beni gerçekten çok rahatsız ediyor. Çünkü kimse üzülsün istemiyorum. Karşılık verme ihtimalimin olmadığı insanlar bana karşı hisler beslesin istemiyorum. Sonuçta karşılık bulamamak daima acıtır ve kimsenin benim yüzümden canı acısın istemiyorum. Bu, insanın önceden planlayabileceği bir şey değil, farkındayım; ama yine de ne bileyim işte. Hem mesela bana da aynı şey olacak belki. Çok korkunç. Trajik. Bence tüm insanlık bu durum için oturup ağlamalıyız. Düşünsenize, sürekli yanlış insanlar için çabalıyoruz, üzülüyoruz.

İşte bu sebepler dolayısıyla, biri benden hoşlanacak diye ödüm kopuyor. Benim yüzümden üzülsün istemiyorum çünkü kimse. Ve öyle de pis bir huyum var ki, karşıdaki kişinin benden hoşlandığına dair duyumlar aldıysam ya da öyle bir şey hissettiysem, o andan itibaren o kişiye o kadar ters, o kadar kötü davranıyorum ki düşmanım olsa ancak öyle davranırım herhalde. Düşene bir tekme de ben vurayım değil aslında amacım, her ne kadar öyle görünüyor olsa da. İstiyorum ki hiç açılmasın bana. Hatta bırak açılmayı, sevmesin beni artık, hoşlanmasın benden. Gıcık biri olduğumu düşünsün mesela, nefret etsin benden. Sorun yok gerçekten. Ama olmayacak bir şeyi yaşamasın kendi içinde, üzülmesin kendi kendine. Çünkü çabalamaya, üzülmeye değer insan ben değilim onun için.


En az Ted Mosby kadar "The One"cı bir insanım. İstiyorum ki sadece biri beni gerçekten sevsin, ben de onu gerçekten seveyim. Doğru yerde, doğru zamanda birbirini bulan doğru insanlar olalım ve tamam işte "end of the story". Bu kadar. Dallanıp budaklanmasın hiç olay. Aşk üçgenleri bilmemneler filan hiç olmasın. Ve bence bir insan O'nu gördüğünde anlar, ilk andan itibaren hem de. Yani birini O yapmak için çabalamaz. O yüzden "en azından birbirimizi tanıyalım" olaylarına da hiç girmiyorum. Yani çünkü sen O olsan anlardım zaten ve bence O değilsen birbirimiz için vakit harcamamıza hiç gerek yok. Hal böyle olunca yukarıda bahsettiğim durum gerçekleşmiş oluyor.


Gerçi ben muhtemelen bu "The One" kafasıyla 'huysuz ve yaşlı kadın' olacağım ama ne yapalım, demek ki bazı insanların da bu dünyada yalnız kalması gerekiyor.

Hayat çok zor ya, çok karışık. Hakikaten.

10 Kasım 2011 Perşembe

7 milyar adımda dünyayı dolaşmak.

Küçüklüğümden beri hayalim dünyayı gezmektir. Farklı yerler görmek beni o kadar cezbediyor ki. Farklı yerler, farklı insanlar, farklı kültürler... Zaten herkesi cezbediyordur herhalde. Ama ne bileyim ben kendimi bildim bileli yanıp tutuşuyorum bu iş için.


Şimdiye kadar İngiltere ve Amerika'ya gidebildim. Hayalimin çok aşağısında belki; ama en azından bir başlangıç diye avutuyorum şimdilik kendimi. London Bus Tour adlı bu video'yu görmem de hem bana bir kez daha hayalimi hatırlattı, hem de Londra'yı özlediğimi hissettirdi.

Ve bu video ile bir şeyi daha fark ettim. İnsanlar. Farklı farklı. Hepsi farklı karakterde. Duyguları, düşünceleri, inançları, hayalleri, hayal kırıklıkları, aşkları, nefretleri, umutları, kaygıları, korkuları, sevinçleri, kederleri...hepsi de o kadar başka başka ki. Ne bileyim tam ifade edemeyeceğim aslında bunu. Çünkü nasıl ifade edebilirim bilmiyorum. Ama çok büyüleyici değil mi sizce de bu? Aynı toprak parçası üzerinde 7 milyar farklı ruh var. Hepsi benzersiz. Çok uzaklara gitmeye gerek de yok. Aynı odada kaldığınız kardeşiniz bile o kadar farklı ki sizden. Siz belki de onun çok küçük bir parçasını tanıyabiliyorsunuz ancak. Kendimi düşünüyorum mesela. İnsanlar beni ne kadar tanıyorlar ki? Hatta annem-babam, ablam, en candan dostum bile beni sadece benim onlara kendimi açtığım kadar biliyorlar, fazlası değil. Ben de tanıdığım kişileri, onların benim onları tanımama izin verdikleri ölçüde tanıyorum, fazlası değil. Böylece hiçbiri gerçek anlamda birbirini tanımadan, birbirini anlamadan 7 milyar ruh salınıyor ortada. Her biri eşsiz. Bunu düşünmek bile beni büyülüyor. Tarif edemeyeceğim bir haz. Klişe biliyorum ama, farklılık gerçekten de zenginlik. Bence sadece bunu düşünerek bile mutlu olabiliriz.